Türkiye ’de 24 Ocak 1980 kararlarıyla başlayan neo-liberal politikalar ve geçen 40 yıllık sürede bu politikalar çerçevesinde IMF-DB aracılığı ile dayatılan programlarla tarımda tasfiye süreci devam etmektedir. Bunun tipik göstergesi bu 40 yıllık dönemde tarımsal işletme sayısı ve kullandıkları arazi büyüklüğüdür. Hemen şunu söyleyerek başlamak gerekmektedir. Dönem dönem iktidar partilerinin birim başına verimlilik artışının işletme sayısı ve arazi miktarındaki düşüşü telafi ettiği yönündeki ifadeleri, günümüzde tarımsal üretimdeki sorunları tartışıyor oluşumuzla bile anlamsızlaşmaktadır. Kaldı ki özellikle pandemi döneminde sorunun büyüklüğü tüm çıplaklığı ile gün yüzüne çıkmış durumdadır.
1980 ’de 3.430 bin tarım işletmesi 22.764 bin hektar alanı işliyor iken, günümüzde tarım işletmesi sayısı 2.264 bine, işlenen alan ise 14.800 bin hektara inmiştir. Daha anlamlı olması için 1980 ’de yaklaşık 44 milyon olan nüfusun 2019 yılı itibarı ile yaklaşık 83 milyona çıktığını söylemeliyiz. Hiçbir matematiksel ya da istatistiksel aldatmaca ile bu değişimin toplumun gıda ihtiyacını karşılayan bir yapı sağladığını söylemek mümkün değildir.
1980 ’li yıllarda azalmaya başlayan tarımsal fazla büyüklüğü, özellikle 2000 ’li yıllarda açığa dönüşmüştür. Rakamlarla şöyle bir analiz faydalı olabilir:
1980-1990 döneminde tarımsal fazla büyüklüğü giderek azalmasına rağmen 10 yıllık periyotta toplamda 16,5 milyar dolar fazla sağlanmıştır. Bir sonraki 10 yıllık dönemde yani 2000 ’e kadar olan dönemde toplam fazla 5,3 milyar dolara gerilemiş ve 2000-2010 arasında fazla yerine toplamda 4 milyar dolar açık, 2010 ’dan 2019 ’a kadar olan dönemde ise rekor kırılarak 25 milyar dolar açık verilmiştir.
Elbette bu değişimin temel nedeni uygulanan tarım politikalarının çiftçiyi tarımdan kopartmasıdır. Tarım politikalarına yön veren ise çok uluslu sermaye ve onun temsilciliğini yürüten uluslararası kurumlardır. Tarımsal yapılar üzerinde ortaya çıkan olumsuz görüntü, dayatılan uluslararası işbölümü çerçevesinde yürümektedir. Emperyalizm artık kitlesel üretim için hammadde temini ve pazar arayışından daha sofistikeyeni bir hedef peşindedir. Elbette oluşturulmaya çalışılan bu yeni işbölümünde ihtiyaç duyulduğunda hammadde temini ve pazar için işbölümü yine geçerli kılınabilmektedir. Ancak bu yeni işbölümü, büyük sermaye ve bazen teknoloji gerektiren alanlar ile yüksek emek girdisi gerektiren alanlar arasında yaşanmaktadır. Büyük sermaye ve teknolojik yatırımı içeren düşük değerli olan tahıl, yağlı tohum ve yağ bitkilerinde etkinlik gelişmiş kapitalist ülkelerin elindeyken, yaş sebze, meyve ve çiçekçilik gibi emek yoğun üretilen yüksek değerli ürünler azgelişmiş ülke topraklarına ve çiftçilerine bırakılmaktadır. Türkiye ’de tarım dışına itilen toprakların büyük oranda tahıl üretimine uygun olması da bu yapıyı doğrulamaktadır. Önceki cümlede azgelişmiş ülkelere bırakılmış yerine, azgelişmiş ülke topraklarına bırakılmış cümlesini kasıtlı kullanıyorum. Çünkü yüksek değerli ürünlerin üretimi, çiftçilerin tüm sorunlarını çözdüğü düşünülen sözleşmeli üretim modeli çerçevesinde, çokuluslu büyük işletmelerin ya da yerli ortakları olan büyük tarım şirketlerinin kontrolündedir*. Çokuluslu şirketler ve uzantısı yerli büyük firmalar, “sözleşmeli üretim modeli” ile beraber, üretim sürecinde, tohumdan kullanılacak gübre ve ilaca kadar her aşamada karlarını artırmaktadır. Sözleşmeli üretim modelinin içine de yerleştirilen “sertifikalı tohum” kullanımını teşvikle başlayan bağımlılık, 2006 yılında 5553 sayılı Tohumculuk Kanunu yasal zemine oturtulmuştur. Artık çiftçinin sertifikasız kendi üretiminden tohum ayırıp dağıtması veya satması ciddi parasal cezalara bağlanmıştır. Sertifika verme yetkisini elinde bulunduran çokuluslu şirketlerin uzantısı firmalar bir yandan, sertifikalandırma ile kazanırken, diğer yandan sertifikalı tohum ve bunlara uygun kimyasal ilaç pazarı yaratarak, çokuluslu şirketlere alan açmaktadır. Tohumculuk yasası ile nispi olarak uzun olan süreç kısaltılmış ve köylü tam anlamıyla çokuluslu şirketlere bağımlılaştırılmıştır. Dünya ilaç piyasasının %80 ’inin 6, mısır tohum piyasasının %65 ’inin iki, hibrit tohum piyasasının %90 ’ının (Monsanto) tek uluslararası şirketin elinde olduğu dikkate alındığında işbölümünün anlamı daha da önem kazanmaktadır. Aynı şirketler ya da yerli ortakları ve uzantıları, gıda üretimi-işleme, bunların ticareti ve perakendeciliği ile bu işbölümü içinde yerini almaktadır.
Gıda ve tarımsal üretimin işbölümü sürecinde uluslararası şirketlerin kontrolüne geçmesi ile bir yandan köylülük çözülüp kent yoksulluğu artmakta, öte yandan tarımsal topraklardaki biyolojik çeşitlilik ve verimlilik ortadan kaldırılmaktadır. Yer altı ve üstü su kaynakları sorumsuzca tüketilip aynı oranda da kimyasal kullanımıyla kirletilirken, toprak üzerinde ve içinde yaşayan canlı türlerinin, mikroorganizmaların ekosistemleri yok edilmektedir. Küresel tohum ve kimya şirketleri, emperyalist tutkularını tatmin edecekleri yeni topraklar peşine düşerken, IMF ve DTÖ ’nün kolaylaştırıcılığı sayesinde zorlanmadan hedeflerine ulaşabilmektedirler. Emperyalizmin geliştirdiği her yeni yöntem, çevre üzerinde yeni ve daha fazla tahribatı beraberinde getirmektedir. Adı geçen kurumlar, sadece tarımsal üretimin dönüşümünde değil doğal kaynaklar ve çevrenin de tahribatında da aktör konumundadır. DTÖ müzakereleri sonucu ortaya çıkan fikri mülkiyet hakları (TRIPS anlaşması) yaşam hakkı üzerine tekelci kapitalist sistemin el koymasını meşrulaştırmaktadır.
Elbette çevresel etkilerin azgelişmişlere kaydırılması da bu işbölümünde son derece önemli olmakla birlikte, tarımsal ürünlerin üretim maliyetlerindeki farklılıklar temel belirleyicidir. Üretimi azgelişmişlere kaydırılan ürünlerin, düşük ücret düzeyleri ile üretilmesinin (üretim maliyetlerinin düşük olmasının) yarattığı dış ticaretteki fiyat avantajı, kapitalist ülkelerin ithal gıda maliyetlerini aşağı çekmekte ve kendi ülkelerinde oluşacak ücret düzeylerinin düşük tutulabilmesine zemin hazırlamaktadır. Bu yolla hem azgelişmişlerde hem kendi ülkelerinde emekçinin sömürü mekanizmasını tamamlamaktadırlar.
Ne yapılmalı sorusu için ise çok net bir cevap mevcuttur. Bu işbölümüne dahil oluşun ülkede iktidarların hataları sonucu değil tercihleri sonucu gerçekleştiğini kabul ederek işe başlamak gerekmektedir. Dolayısıyla bu rolü reddedecek bir iktidarın ve tüm topluma alternatif bir yapının kurulabileceğini anlatmak gerekiyor. Pandemi sürecinde kurulan dayanışma ağları gelecekte böyle bir iktidarın umut ışığını vermektedir.