1980 sonrası özellikle de Özallı yıllardan başlayarak gözden düşen kavramların başında “yoksulluk”, “gelir adaletsizliği”, “işçi sınıfı”, “sosyal devlet”, “dayanışma” geliyordu.
1980 öncesi yaşanan toplumsal çatışmaların temelini oluşturan kavramlar olması bu yok sayışı kolaylaştırsa da, esas etkili olan 1980 ’lerde uygulamaya konan neoliberal ekonomik politikaların siyasal alana hâkim olmasıydı.
Özelleştirmelere karşı çıkmak, yoksulluktan söz etmek, işçi sınıfından bahsetmek, gelir adaletsizliği demek “demode” kabul edilmek için yeterliydi.
1980 ’lerin sonunda duvarların yıkılmasıyla bu daha da katmerlendi ve “eski kavramlarla yeni dünyayı açıklayamayacağımız” anlatıldı hepimize.
Kitlesel tüketim dönemi
Devlet baba anlayışı gitmiş yerine girişimcilik kültürü gelmişti. Madem hepimiz girişimci olacaktık, o halde kamu küçültülmeli, kamu işletmeleri özelleştirilmeli, sosyal yardım programlarına bütçeden ayrılan paylar kesilmeli, eğitimden sağlığa kamu harcamaları azaltılmalıydı.
Artık bir “yeni dünya masalı”nın içindeydik ve kabaca açıklarsak küresel olarak üretip kitlesel olarak tüketecektik.
İngiltere ’de Thatcher, Amerika ’da Reagan ile hayata geçen süreç, Türkiye ’de de Özal ile başlayıp AKP ile son sürat devam etti.
Bu yeni düzenin insan ve toplum yaşantısına özgürlük, demokratikleştirme getirmediğinin, sosyal güvenliğin ve sosyal devlet fonksiyonlarının giderek ortadan kalktığının, küreselleşme ile refah devleti arasında doğrudan bir bağlantı olmadığının anlaşılması 40 yıla yakın sürdü.
Ve geldik bugüne. Anlaşıldı ki, 40 yıldır uygulanan bu ekonomik politikaların bedeli oldukça yüksekti. Bu bedelin boyutları da Covid-19 ’un yol açtığı kapanma ve daralma döneminde daha görünür ve belirgin olarak ortaya çıktı.
22,8 milyonluk işsizler ordusu
Şimdi “yoksulluk, işsizlik, eşitlik, sosyal devlet, işçi sınıfı, sendikalaşma” gibi kavramlara iade-i itibar günü geldi. Bugünü açıklamak ve yaşanabilir bir yarın kurmak için bu kavramlar üzerinden tartışmak ve çözüm yaratmak zorundayız.
Bugün Türkiye ’de toplumun yüzde 20 ’sini oluşturan en zengin kesim gelirin yüzde 47,5 ’ini alırken, en yoksul yüzde 20 toplam gelirden yalnızca yüzde 6,5 pay alıyor.
TÜİK işsizliğin azaldığını gösteren tozpembe verileri açıklamaya devam etse de eski DPT Müsteşar Yardımcısı ve iktidar ortağı MHP ’nin Samsun Milletvekili Erhan Usta ’nın TÜİK verilerini kullanarak yaptığı İdeal Çalışma Kapasitesinde İşsizlik Oranı hesaplamasına göre, nisan ayında işsizler ordusu 22,8 milyona çıkarak 20,5 milyonluk çalışan sayısını bile geride bıraktı.
Bir yandan adaletsiz gelir dağılımı, diğer taraftan ulusal gelirin paylaşımındaki düşüklük, art arda yaşanan ekonomik krizler, ardından gelen küresel salgın ve bunlarla mücadele etmekten aciz olan neoliberal politikalar yoksulluğu daha da şiddetli bir boyuta taşıdı.
Yok olma sınırında yaşamak
Bugün karşı karşıya kaldığımız yoksulluk yalnızca beslenme, eğitim, sağlık ve benzeri hizmetlerden yoksun kalmayla da sınırlı değil ne yazık ki. Bu, milyonlarca insanın var olma ile yok olma sınırında yaşaması anlamına geliyor.
Öte yandan mutlak yoksullukla yüz yüze olmasa da, salgınla birlikte daha da büyüyen ekonomik kriz nedeniyle yoksulluk batağına sürüklenen insanların sayısı giderek artıyor. 2020 Ocak ayında bankalara kredi ve kredi kartı borcu bulunanların sayısı 31 milyon 983 bin kişiye ulaşırken, bankaların takibe aldığı kredi ve kredi kartı borcu bu yılın ilk üç ayında 476 milyon lira artarak 21,2 milyar lirayı buluyor.
Bu veriler bize mutlak yoksulluğun yanı sıra göreli ve insani yoksulluğun da alarm verdiğini gösteriyor. İnsanların, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı ’na da konu olan “hayat boyu sağlık”, “yaratıcı bir hayat”, “ortalama bir hayat standardı”, “özgürlük”, “kendine güven”, “saygın bir yaşam sürme” hakları giderek ortadan kalkıyor.
Öncelikle yoksulluğun bir kader olmadığını, yoksullukla mücadelede sosyal devlet olmanın koşullarını tereddütsüz yerine getirmemiz gerektiğini kabullenmeliyiz.
Yoksullukla mücadele etmek, yoksulluğa bağlı olarak ortaya çıkan diğer birçok sorunun çözümünü de beraberinde getirecektir.
Yoksullukla mücadele stratejisi
Özellikle salgın döneminde yaptıkları çalışmalarla önemli ölçüde yara saran “Ahbap”, “Derin Yoksulluk Ağı” gibi dayanışma ve yardım platformlarının, sivil toplum kuruluşlarının büyük bir takdiri hak eden çalışmalarının da bu boyutlarda bir yoksullukla mücadele için güçlerinin yetmeyeceğini bilmeliyiz.
Yasalarla belirlenen görev ve yetkileri pek çok Batı demokrasisine göre son derece sınırlı olan yerel yönetimlerin sahip oldukları kaynaklar da yapısal hale gelen yoksullukla mücadele etmek için yeterli, en azından sürdürülebilir değil.
Yoksullukla mücadelenin, bugüne kadar yapılageldiği gibi gıda kolisi dağıtmak, kömür dağıtmak, gerekli görüldüğünde gelir desteği vermek şeklinde yardımseverlik üzerinden değil, yurttaşlık hakkından yola çıkarak yapılması gerekiyor.
Acil olarak bir “yoksullukla mücadele strateji” oluşturulmalı ve hayata geçirilmelidir.
Her şeyden önce, insanların barınma, çalışma, ücretsiz sağlık ve eğitim, temel gıda maddelerine ulaşma hakları devletin görev ve sorumluluğu olup, Anayasa ’yla güvence altına alınmalıdır.
Yoksulluğun gelir dağılımı ile arasında sık bir bağ olduğu gerçeğini atlayarak bir çözüm yaratmak mümkün değildir.
Toplam gelirin mümkün olduğunca eşit dağılımını sağlamadan; istihdam politikalarını, vergi politikalarını, eğitim politikalarını adaletsizliği ortadan kaldıracak biçimde yeniden tanımlamadan, rant ekonomisini ve yolsuzlukları ortadan kaldırmadan yapılan her müdahale yoksullukla mücadele etmek değil, günü kurtarmak anlamına gelecektir.
Karl Marx ’ın deyişiyle “Yoksulluğu azaltmadan zenginliği artıran bir toplumsal sistemin özünde çürümüş bir şeylerin olması gerekir.”
Bu çürümenin önüne geçmek, toplumun huzur, barış ve istikrarını sağlamak için bolca üreteceğimiz ve hakça bölüşeceğimiz bir düzen kurmak kaçınılmazdır.