İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener, TBMM’de, partisinin grup toplantısında konuştu.
Toplantıda, AK Parti eski Milletvekili Turhan Çömez, İYİ Parti’ye katıldı. Çömez’in rozetini, Akşener taktı.
Akşener, konuşmasında şunları kaydetti:
“Geçen hafta, ‘O sene, bu sene’ demiştim. Çekilen çilelerin, zorluklarla geçen günlerin, artık sonuna geliyoruz. Milletçe cefasını çektiğimiz bu bezirgân saltanatına, bu saray sefasına, bu haram düzenine; dur diyeceğimiz güne bir hafta daha yaklaştık. Gençlerin her gün yeni bir hakaretle karşılaşmadığı, Kadınların, ısrarla itilip kakılmadığı, basının özgür, hukukun üstün, yargının da adil olduğu, liyakat ve emeğin hakkının verildiği, mutlu ve huzurlu bir Türkiye’ye, bir hafta daha yaklaştık.
Bunu nereden anlıyoruz, biliyor musunuz? İktidarın başındaki kişi, artık iyice saçmalıyor da oradan anlıyoruz. Sona yaklaşan iktidarların ortak özelliğidir: İstisnasız saçmalarlar. Hatta öyle yalanlar söylerler ki kendileri bile inanmakta zorlanırlar. Aynı Sayın Erdoğan’ın son dönemde sıklıkla yaptığı gibi. Geçen hafta da çıktı ve dedi ki: ‘Yolsuzlukların olmadığı, rüşvetin olmadığı, yoksulluğun Allah’ın izniyle olmayacağı bir Türkiye’yi biz hallederiz. Bunu biz yaparız. Şu an itibariyle, onun hazırlığı içindeyiz.’ Fıkra bu kadar. Aynen böyle dedi. Bay Kriz, rüşveti, yolsuzluğu, yoksulluğu engellemenin, hazırlığı içindeymiş. Ne zaman? İktidarının, 20’nci yılı biterken.
İnsan rakibi de olsa muhataplarında biraz zeka arıyor. Ama maalesef bulamıyoruz. Bay Kriz, bundan 20 yıl önce, iktidara gelirken, ‘3Y’nin, yani yolsuzluğun, yoksulluğun ve yasakların olmayacağı, bir Türkiye inşa edeceğiz’ demişti. Hatta sonraki yıllarda da bunu başardıklarını iddia etmişti. Yani bu arkadaşımız, 20 yıl sonra bugün, aslında; ‘Başaramadık’ diyor, ‘Türkiye’de yolsuzluk var, yoksulluk var, yasaklar var’ diyor. Yani aslında bu sözler, bir vaat değil, apaçık bir itirafıdır. Günaydın Sayın Erdoğan, sabah şeriflerin hayrolsun. 20 yılın sonunda yaşadığın bu ilginç aydınlanma için, seni yürekten kutluyorum.
Evet, rüşvet var. Evet, yolsuzluk var. Evet, yoksulluk var. Ama, bir şey daha var. Tüm bunların olduğu Türkiye’nin yönetiminde, 20 yıldır, senin iktidarın var. Neymiş? Çözermiş. Çözemezsin Sayın Erdoğan, çözemezsin. Çünkü rüşvet de yolsuzluk da yoksulluk da bizzat senin eserin. Bir iktidarın, 20 yılın sonunda, böyle bir vaatte bulunması, düpedüz aymazlıktır, düpedüz ciddiyetsizliktir. Ve bu aziz millete edilmiş, çok büyük bir ayıptır. Bu kadar basit.
Bu yılın başında, Uluslararası Şeffaflık Örgütü tarafından bir rapor yayınladı. O rapora göre, Türkiye, yolsuzlukla mücadelede, son 10 yılda, 180 ülke arasında, 96’ncı sıraya düştü. İşte size, AK Parti’nin, yolsuzlukla mücadele karnesi. Peki şaşırıyor muyuz? Maalesef şaşırmıyoruz. Çünkü; kendi bakanlığına eşi üzerinden alım yapan bakan bunlarda. Borsa spekülasyonlarıyla milyonlarca dolarlık servet edinen partililer de bunlarda. Her ihaleden komisyon alanlar da bunlarda. Sizce; devr-i iktidarlarında ihale yasasını 192 kere değiştiren ve 5’li çete gibi bir kavramı hayatlarımıza soka bir zihniyet yolsuzlukla mücadele edebilir mi? Elbette edemez. Nokta.
“Yolsuzluk ve rüşvet sorunu varsa, 20 yıldır hiçbir şey yapmadığın için var”
20 yıldır ülkeyi yönetiyorsun. Ülkede yolsuzluk ve rüşvet sorunu varsa, sen bu konuda, 20 yıldır hiçbir şey yapmadığın için var. Sen yolsuzları koruduğun için, rüşvetçilere madalya taktığın için var. Şimdi çıkmışsın, yolsuzluğu çözeceğini söylüyorsun. Öyle mi? Buyur o zaman, hodri meydan. Ucube sistemi getirdin, tüm yetkileri aldın. Yolsuzluğu çözmek, bir talimatına bakar. Mesela; hazine arazilerini yağmalayanları, ihalelere fesat karıştıranları, milletin parasıyla, 1 liralık mala, 5 lira ödeyenleri, ortaya çıkarıp, hesap sorsana. Çözmek mi istiyorsun? Sayıştay raporlarında izini sürsen, bütün failleri görürsün. Hadi bakalım, çöz de görelim. Elini tutan mı var?
Mesela; görevi çiftçiyi ayakta tutmak olan Ziraat Bankası’ndan kredi alıp, tek kuruş ödemeden medya imparatorluğu satın alanlar var. Çözmek mi istiyorsun? Tek bir telefonun yeter. Hadi bakalım, çöz de görelim. Elini tutan mı var? Mesela Sermaye Piyasası Kurulu üzerinden şirketleri haraca bağlayan vekil var. ‘180 milyonluk serveti nasıl yaptın, 4 milyon euroluk yatı, hangi maaşla, hangi kazançla aldın?’ diye, hesap sorsana. Çözmek mi istiyorsun? Bir talimatın yeter. Al sana yolsuzluk, çöz de görelim. Elini tutan mı var?
Mesela; eşine şirket kurdurup, kendi bakanlığına, dezenfektan satan eski bakanın var. Hesap sorsana kardeşim. Memleketi zarara uğrattıysa, o paraları tahsil etsene. Çözmek mi istiyorsun? Bir talimatına bakar. İşte sana fırsat, çöz de görelim. Elini tutan mı var? Mesela; Esnaf, vergisini, çiftçi, kredisini, gençlerimiz de KYK borcunu ödeyemediği için, icrayla boğuşurken; yandaş müteahhidinin, 500 milyon liralık vergi borcu, nasıl tek kalemde silindi? Ne duruyorsun, araştırsana. Yolsuzluğu, rüşveti bitireceksen, işte sana fırsat. Dönüp, beşli çetene, ‘Milyarların içinde yüzerken, neden vergi ödemiyorsunuz?’ desene. ‘Size milyarlarca dolarlık ihale verdim, bari vergisini ödeyecek kadar adam olun’ desene. O vergileri, kuruşuna kadar tahsil etsene. Çözmek mi istiyorsun? Hadi bakalım, çöz de görelim. Elini tutan mı var?
“Yalanlarınla çalınan minareye kılıf dikiyorsun”
Sayın Erdoğan; Elinde her türlü imkân var. Ama sen hala, laf kalabalığı yapıyorsun. Yalanlarınla, çalınan minareye kılıf dikiyorsun. Senin işin, minareye kılıf dikmek değil. Senin işin, minarenin yerinde kalmasını sağlamak. Neymiş? Yolsuzluğu engelleyecekmiş. Ben lafa değil, icraata bakarım. Eğer zerre samimiysen, biz sonuna kadar varız. Buyur, hodri meydan. Hatta sen hiç zahmet etme, hiç yorulma. Ben şimdi bizzat buradan, arkadaşlarıma talimat veriyorum: Yolsuzlukla mücadele için, yasa tekliflerimizi, bir bir Meclis’e getireceğiz. Madem yolsuzluğu halletmeye niyetlisin, o zaman, ne kadar samimisin görelim bakalım. Biz varız. Teklifimize evet deyin, destekleyin, gelin yolsuzluğun üzerine birlikte gidelim. Daha önce defalarca yaptığınız gibi kürsülerden atıp atıp, iş sözü tutmaya geldiğinde, yine arazi olacaksanız, olmaz. Onun için şimdiden uyarıyorum: Millete, ‘yolsuzluğu çözeceğim’ diye vaat verip, yasa tekliflerimize hayır oyu veren, yalancıdır, utanmazdır, yüzsüzdür. Haydi bakalım Sayın Erdoğan. Çöz de görelim. Hodri meydan.
“Vatandaşımızı tüm hayatından ediyor”
Eskiler bilir Anadolu’da bir söz vardır: ‘Yarım doktor candan, yarım hoca dinden eder’ derler. Nitekim bugün; çeyrek bir ekonomist ve küsurattan ibaret kadroları; vatandaşımızı mutfaktan, pazardan, marketten, kısacası tüm hayatından ediyor. Bir türlü durdurulamayan, enflasyon canavarı, hayatımızın her alanında, bizi boğmaya devam ediyor. Çeyrek ekonomist Bay Kriz ile, hiperaktif bakanı, Doçent Doktor Nebati’nin, hararetle savundukları, sözde ekonomi programı, ülkemizi her geçen gün, uçurumun eşiğine sürüklemeye ve enflasyonu tırmandırmaya devam ediyor. Bu kürsüden defalarca anlattım: ‘Enflasyon, fakirleştirir. Gelir dağılımını bozar. Toplumsal huzurumuzu, tehdit eder. İş dünyasının, yatırım kararlarını erteler. Verimliliği düşürür. Rantçıların kârlarını arttırır’ dedim.
Peki onlar ne yaptı? Akılla ve bilimle bağdaşmayan, yalan yanlış politikalarında, ısrar edip; ülkemize hem zaman hem de para kaybettirdiler. Bu da yetmezmiş gibi, hâlâ, gözümüzün içine baka baka, yalan söylüyorlar. Mesela, Bay Kriz utanmadan çıkıp, diyor ki; ‘Faizle nasıl mücadele edileceğini, dünya aleme gösterdim.’ Yahu hangi aleme, neyi gösterdin? Senin bu, sözde ekonomi modeli saçmalığından sonra, kredi faizleri, iki katına çıkmadı mı? Bankalar, sanayiciye verdikleri kredileri, kesmedi mi?
“Sen faizleri düşürürken bu bankalar bu kar rekorlarını nasıl kırıyor?”
Bitmedi, dahası var. Mesela, çıkıp diyor ki; ‘Bu kardeşiniz, bu görevde olduğu sürece, faiz; her geçen gün, her geçen hafta, her geçen ay, inmeye devam edecektir.’ Buyur buradan yak. Şimdiden hepimize geçmiş olsun. Çünkü Sayın Erdoğan, cümleye ne zaman; “Bu can bu bedende, ben bu koltukta, bu kardeşiniz veya bu fakir” diye başlarsa; biliyoruz ki, her defasında, söylediğinin tam tersi oluyor. Dolayısıyla, bu son açıklama sonrasında da biz biliyoruz ki; her geçen gün, her geçen hafta, her geçen ay, faizler tırmanmaya devam edecek. Sayın Erdoğan; hakikaten merak ediyorum. Biz senin sözlerine, zaten inanmıyoruz da sen kendi söylediklerine, gerçekten inanıyor musun? Mesela, sen faizleri düşürürken, bu bankalar, bu kâr rekorlarını nasıl kırıyor?
Enflasyonu nasıl düşüreceğini, tane tane özetleyeceğim. Belki biz başa gelene kadar, bir kısmını uygularsın da milletimiz, bir nebze olsun, nefes alır. Ne de olsa, İYİ Parti’nin çözüm önerileri mir-i maldır, isteyen istediği kadar kullanabilir. Sayın Erdoğan her şeyden önce; enflasyonu düşürmek için, sadece para politikasına bel bağlayıp, bütün konuyu, Merkez Bankası ekseninde değerlendirme. Merkez Bankası’nın yönetimine, liyakatli kişileri atayıp, bağımsızlığını, yasal teminat altına al. İşine de daha fazla karışma. Sonrasında; Fiyat İstikrarı Komitesi’ni, Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın koordinasyonundan çıkarıp, organizasyon değişikliğine git. Damadının getirdiği, yabancı para ve altın üzerinden, iç borçlanma stratejisine, bir an önce son ver. Kamu harcamalarına, disiplin getirip, enflasyonu arttırıcı vergileri düşür. Zaten, KÖİ’lerin getirdiği mali yükü azaltırsan; enflasyona yol açan vergileri de arttırmak zorunda kalmazsın. Bu kadar basit. O yüzden, vergi artışlarının enflasyona etkisini, asgari düzeye çekecek, bir kamu harcaması ve vergi politikası oluştur. Yeniden değerleme oranını da yurtiçi ÜFE’ye endekslemekten vazgeç.
Ayrıca; Türk lirasını değersizleştirerek, rekabetçi olma sevdanı, artık bırak. Bizden, vasata razı olmamızı bekleme. Bu yeni ekonomi modeli saçmalığından da bir an önce vazgeç. Sanayi ve teknoloji politikalarını, ürün geliştirme, tasarım, verimlilik gibi kavramlar üzerine kur. Ekonomide, enflasyonu ve cari açığı düşürüp aynı anda, büyüme ve ücret artışını sağlamanın tek yolu, verimliliği arttırmaktır. Bunu, ekonomi okuyan herkes bilir. Doçentlik unvanı da gerekmez. O yüzden, enflasyonun orta ve uzun dönemde, problem olmasını istemiyorsan işgücü ve toplam faktör verimliliğini arttıracak politikaları öne çıkar.
Bir millî güvenlik meselesi olan, tarım politikasını, akılsız ve beceriksiz ellerden al, liyakatli insanlara ver. Çiftçiye desteklerini, zamanında ve kanunun emrettiği gibi, millî gelirimizin, yüzde 1’i oranında ver. Tarımda ithalat bağımlılığını azaltacak politikaları, bir an önce hayata geçir. İthal yem, ithal saman ve ithal buğday utancına da artık son ver. Biliyorum gönlün kendin ve yandaşların dışında, kimsenin zengin olmasına, razı gelmiyor. Ama, çiftçimizi zengin edecek politikalar izlersen; ülkemiz de milletimiz de zenginleşir. Eğer, yabancı ülkelerin çiftçilerini değil de Türk çiftçisini mutlu edecek politikalar izlersen enflasyonun da kendiliğinden düştüğünü göreceksin.
“Beceriksiz yönetim anlayışı derin yaralar açmaya devam ediyor”
AK Parti iktidarının, beceriksiz yönetim anlayışı, hayatımızın her alanında, derin yaralar açmaya devam ediyor. Bir yanda; kendi elleriyle mahvettikleri ekonominin, diğer yanda ise hürriyetimize vurdukları prangaların, ağır yükünü taşıyoruz. Ak Parti iktidarı yüzünden; Millet iradesinin tecelligâhı olan, Yüce Meclisimiz; milletimizin iradesine karşı yapılan, büyük bir ayıba şahitlik ediyor. ‘Dezenformasyonla Mücadele’ adıyla pazarlanan, utanç verici sansür yasasının maddeleri, maalesef birer birer geçiyor. Bu kahredici istibdat yasasına, el kaldıran her bir kişiyi vekili oldukları aziz milletimizin, vicdanına havale ediyor ve buradan, açıkça ilan etmek istiyorum. Ne yaparsanız yapın hakikati yalanlarınızla değiştiremeyeceksiniz. Ne yaparsanız yapın bu milleti susturamayacak, bastıramayacak, sindiremeyeceksiniz. Ne yaparsanız yapın korkuyla, baskıyla, yasaklarla, bu ülkeyi yönetemeyeceksiniz. Çünkü, kaçırdığınız çok önemli bir gerçek var. O da insanımızın, ekmek kadar, hürriyete de ihtiyacı olduğu gerçeği. Çünkü bizim tarihimiz hem hür hem de tok insanların tarihidir. İşte, tam da bu yüzden devlet geleneğimizde iz bırakan, aziz ecdadımız, tüm varlığını bir yanda, istiklal ve hürriyet davasına, diğer yanda ise aç milleti, tok kılma sevdasına adamışlardır. Ama ne yazık ki, Ak Parti’nin devri iktidarında, milletimiz bugün hem açlıkla hem de istibdatla sınanıyor. Hem yalanla hem de talanla mücadele ediyor. Hem hakaretle hem de iftirayla karşılaşıyor.
20 yıl iktidarda kaldılar ama Türk Devleti’nin kerim yönetim anlayışından, bir türlü nasiplerini alamadılar. Oysa bu kadim anlayışa göre, Vatandaşın, devletinden 3 temel beklentisi vardır. Birincisi; Hak ve hürriyetlerinin teminat altına alınması. İkincisi; Külfet ile nimet arasındaki dengenin korunarak, sosyal adalet ve sosyal güvenliğin sağlanması. Üçüncüsü ise; İç ve dış barışı sağlayan, bir otorite oluşturması. Peki Ak Parti yönetimi, bu temel beklentileri sağlayabildi mi? Sağlayamadı. Sağlamadığı gibi, sağlamak için, zerre niyeti olmadığını da defalarca gösterdi. Ve bugün geldiğimiz noktada devletin, milletten tecrit edildiği günlerden geçiyoruz. Çünkü Ak Parti iktidarı, her zaman; Türkiye Cumhuriyeti’ne, fethedilmesi gereken bir ülke olarak baktı. Beytülmale, yağmalanması gereken bir ganimet olarak baktı. Bu ülkenin, kendi ülkesi olduğunu bu milletin de kendi milleti olduğunu unuttu.
“Ya terörist ya hain ya nankör ya vicdansız ya da şükürsüz oluyor”
Esasında olması gereken neydi? Millete mahsus olan, bütün maddi ve manevi değerler aynı zamanda, devletin de teminatı altındaydı, değil mi? Maalesef bugün, bunun tam tersini yaşıyoruz. Kendisini, devletin yerine koyan Bay Kriz, tüm maddi ve manevi değerlerini, düşüncelerini, fikirlerini ve eylemlerini, milletimizin, teminat altına almasını bekliyor. Bunun sonucunda ise, kendisiyle aynı düşünmeyenler ya terörist ya hain ya nankör, ya vicdansız, ya da şükürsüz oluyor. Nitekim artık Sayın Erdoğan, saray hayatının, şaşalı etkisiyle birlikte, kendi vatandaşını hesap sorması değil, hesap vermesi gereken, talep etmesi değil, söz dinlemesi gereken, konuşması değil, susması gereken, bir tebaa olarak görmeye başladı. Ve esas büyük hatayı da tam olarak burada yaptı. Çünkü kimse tarihin her döneminde, aziz olan Türk milletinden, bir tebaa çıkartamaz. Çünkü kimse; istiklalini kanıyla, canıyla, yüreğiyle kazanmış bir milletten, boyun eğmesini bekleyemez. Çünkü kimse hürriyeti uğruna, nice bedeller ödemiş bir milletin, prangalara razı gelmesini isteyemez. Çünkü bu millet, şanlı tarihi boyunca, nice meydanlarda, hürriyeti için dimdik durdu. Ve bugün de bu vatanın tek bir evladının bile, birilerine bileklerini uzatıp, prangalanmaya tahammülü yoktur. Nitekim, öyle de oldu, Sayın Erdoğan yapmak istedi; ama başaramadı. Boyun eğdiremedi, susturamadı.
Aziz Türk milletinden, bir tebaa çıkartamadı. Bu yüzden de her geçen gün kibrinin ve öfkesinin esiri olarak, milletimize ettiği hakaretler repertuarını, genişletmeye devam etti. Sırf onun istediği gibi düşünmüyor, konuşmuyor, yaşamıyor diye bu milletin şerefli kadınlarına, ‘sürtük’ dedi. Sırf adaleti, demokrasiyi ve özgürlüğü savunuyor diye; namusunu koruyacağına ant içtiği kadınlara, ‘sürtük’ dedi. Sırf oyuna talip olmadığı, karşı mahalleden gördüğü için bu milletin annelerine, kız kardeşlerine, ablalarına, ‘sürtük’ dedi. Peki tüm bu utanç Sayın Erdoğan’a yetti mi? Maalesef yetmedi. Kadınların omuzlarında yükselen Cumhuriyetimizi, kadınların namusuna dil uzatarak, ezmeye çalışan Sayın Erdoğan bu sefer de yeni düşman kuvvet olarak; Cumhuriyetin esas sahibi ve bekçisi olan, gençlerimizi seçti. Zaten şimdiye kadar, gençlerimizin beklentilerini, hiç anlayamamıştı. Bu dünyaya, onların gözünden, hiç bakamamıştı. Onların taleplerini ve isteklerini, hiç görememişti. Hatırlayın özgürlük istiyorlar diye, ‘çapulcu’ demişti. Haklarını arıyorlar diye, ‘terörist’ demişti. İş bulamıyorlar diye, ‘şımarık’ demişti. Şimdi de 20 yıldır yönettiği Türkiye’de, nefes alamadıkları için, gençlerimizi süfli, yani aşağılık heveslerin, peşinden gitmekle suçluyor.
Bak ben sana söyleyeyim gençlerimizin hevesleri, hiç de aşağılık değil. Ama sen, gözünü bürüyen kibir yüzünden, önünü göremez olmuşsun. Kendini o kadar çok sevmişsin ki bu vatanın evlatlarına duyduğun, sevgiyi kaybetmişsin. Gençlerimiz, öz vatanlarını, keyfinden terk etmiyor. İktidarınızın içine doğdukları günden beri, ‘Yeterince çalışırsam başarırım’ inancını, kaybettikleri için gitmek istiyorlar. Eğitimden sosyal hayata kadar, hiçbir alanda mutlu olamadıkları için, gitmek istiyorlar. Adeta bir açık hava hapishanesine, mahkûm edildikleri için, gitmek istiyorlar. Dünyadaki akranları, hayatlarını doyasıya yaşarken kendi harçlıklarını biriktirip, ülke ülke gezebilirken bir araba almak için, devlete üç araba almaları gerekmezken ilk işlerine girer girmez, kendi evlerine çıkabilirken Türk gencinin kaderi, ona reva gördüğünüz, on metrekarelik odasında, kara kara düşünüp, Youtube’dan, yabancı akranlarının, mutlu hayatlarını izlemek midir? Sizin gözünüzde; Türk gencinin, bir Amerikan genci kadar değeri yok mudur? Türk gencinin, bir Alman, bir İngiliz, bir Fransız genci kadar değeri yok mudur?
“Türk genci her şeyin en iyisini hak etmiyor mu?”
Sayın Erdoğan, senin lüks saydığın, şımarıklık saydığın şeyler ‘süfli’ diyerek horladığın, mutlu ve huzurlu bir hayata dair talepler gençlerimizin, en temel ihtiyaçları. Ayrıca, tut ki lüks olsun. Ne fark eder? Türk genci, her şeyin en iyisini, hak etmiyor mu? Koskoca Türk Devleti’nin, kendi gencine, en iyi fırsatları sağlayacak, gücü yok mu? Tabii ki var. Ama sen o gücü beytülmali boşaltıp, yandaşların kasasını, yetim hakkıyla doldurmaya, kullanışlı liyakatsizlere, beşer maaş bağlayıp, fildişi kulelere çıkarmaya, sarayda mutlu mesut, lüks içinde yaşamaya harcıyorsun. Bu ülkenin Cumhurbaşkanı olarak çıkıp, kendi gencine aşağılık dedin ya sana yazıklar olsun. Cumhuriyetimizin ve devletimizin kurucu gücü ve ebedi koruyucusu olan gençlere, her şeyi fazla gören, bu zavallı zihniyete, yazıklar olsun. İnancı, ideolojisi, kimliği ve tercihleri üzerinden, milletine sövmeye utanmayan, bu yönetim anlayışına yazıklar olsun.
“Türkiye’de doğan kuşak, ‘sessiz’ değil, cumhuriyet nesliydi”
Bildiğiniz üzere son yıllarda, gençlerden bahsederken, her seferinde, kuşak kavramı gündeme gelir oldu. Ben de bugün size, Sessiz Kuşak’tan bahsetmek istiyorum. Onlara, ‘sessiz’ denmesinin sebebi, Büyük Buhran ve İkinci Dünya Savaşı gibi büyük yıkımların, içine doğmuş olmanın getirdiği, sessizlikti. Nadir istisnalar dışında, dünyada Sessiz Kuşağa mensup gençler, kürsüye yakın değildi. Manifesto yayınlamaz, konuşma yapmaz, afiş asmazlardı. Peki o istisna neredeydi, biliyor musunuz? Türkiye’de. Çünkü o yıllarda, Türkiye’de doğan kuşak, ‘sessiz’ değil, Cumhuriyet nesliydi. Onlar Cumhuriyete doğan, Cumhuriyetimizin yetiştirdiği ilk nesildi. Yani güneşi yüzünde ilk hissedenlerdi. Onlar, yeni kurulan Cumhuriyetlerini çok sevdiler. Herkesten, her şeyden sakındılar. Kendilerini, onu korumaya ve yüceltmeye adadılar. Atatürk’ümüzün; ‘Yüksel Türk, senin için yüksekliğin hududu yoktur. İşte parola budur!’ sözünü, düstur edinip, Cumhuriyeti hak ettiği mertebeye ulaştırabilmek için, gece gündüz demeden çalıştılar. Tüm varlıklarını, o kutlu ülküye adadılar. O dönemde, Cumhuriyetimizin henüz çok fazla imkânı yoktu. Ama idealleri vardı, fırsatları vardı, olağanüstü bir vizyonu vardı. O nedenle, o gençlerden kimileri, Avrupa’daki gibi köprüler, barajlar, fabrikalar yapma hayaliyle, mühendis oldu. Kimileri, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni, hak ettiği şekilde temsil etme hayaliyle, hariciyeci oldu. Kimileri de bilimsel düşünceyi, yeni kuşaklara yayabilme hayaliyle, öğretmen oldu. Nitekim başardılar da. Kendilerinden sonra gelenlere, kendi doğdukları ülkeden, çok daha müreffeh, çok daha gelişmiş, çok daha mutlu bir ülke bıraktılar. İşte biz, o neslin çocuklarıyız. Bizi, o öğretmenler yetiştirdi. Bizi bugünlere, onların çalışkan ellerinde yükselen, Cumhuriyetimiz getirdi.
“Kendi doğduğumuz ülkeden daha iyi bir ülke bırakamadık”
Fakat biz, bizden sonra gelenlere, kendi doğduğumuz ülkeden, daha iyi bir ülke bırakamadık. Cumhuriyetimizin bizlere sunduğu fırsat eşitliğini, biz onlara yaşatamadık. Adaletin, demokrasinin ve hürriyetin ışığını, biz onlara yayamadık. Cumhuriyetimizin o zor günlerinde, elde avuçta hiçbir şey yokken, gençlerini, okuyup dönsünler, vatanlarına hizmet etsinler diye; ‘Sizi birer kıvılcım olarak gönderiyorum; alevler olarak geri dönmelisiniz.’ diyerek, yurt dışına yollayan, bir devlet, bir Cumhuriyet vardı. Ne yazık ki bugün; milletin birikimleriyle okuyup, en iyi okullardan, mezun olan gençlerimizi, içeri tıkmak için, her bahaneye başvuran; hapsedemediklerinin de vatanlarından gitmesi için uğraşan, devlet postuna bürünmüş, zavallılar var. Ancak nasıl ki o gün; Dünyanın sessizliği karşısında, Türkiye’de, konuşan, savunan ve inanan bir Cumhuriyet nesli çıktıysa, bugün de dünyanın, Z kuşağı dediği ama aslında, Türkiye’de 100 yıl sonra, yeniden ortaya çıkan, bir Cumhuriyet nesli var. Bu nesil Cumhuriyetini, her daim ve herkese karşı sahiplenen, fikri hür, vicdanı hür yaşamak isteyen, al bayrağının gölgesinde, huzur bulmak isteyen, bir Cumhuriyet nesli. Bu nesil bir kadına şiddet davasını takip ederken, en derin öfkeyi, içimizi yakan bir orman yangınında, en derin acıyı, Atatürk’ümüzün, günümüze uyarlanan bir görseli karşısında, en derin mutluluğu yaşayan, bir Cumhuriyet nesli. Bu nesil birbirini sınıflandırmayan, bölmeyen, ayrıştırmayan farklı görüş ve fikirlerde olsalar dahi, devletlerini ve milletlerini, içinde bulunduğu durumdan kurtarmak konusunda, hemfikir olan, önyargısız bir Cumhuriyet nesli.
“Ben size haklı ve gerçek bir itirazı vadediyorum”
Sevgili gençler şimdi bana diyorlar ki sen bu gençlere ne vadediyorsun? Ben size, haklı ve gerçek bir itirazı vadediyorum. Çünkü, itiraz hakkı olmayan bir milletin, yok olmaya mahkûm olduğunu, ben ve arkadaşlarım çok iyi biliyoruz. Çünkü itirazın, kurtuluşa giden ilk adım olduğunu biz, 1919 ruhundan biliyoruz. Demokrasiyi, siyasi bir manivela gibi sunan, ezen ve ezilenin, sürekli yer değiştirdiği, bu eğri düzenin, hayatınızda ne kadar derin yaralar açtığını, biliyoruz. Hürriyetin, eşitliğin ve adaletin kurumu olan devleti, bir zulüm aracı olarak kullananların, sözde Süleyman mührüyle gezenlerin, hayatınıza vurduğu, adaletsizlik mührünü, biliyoruz. Yaşınızın, ama en önemlisi, insanlığın gerektirdiği, tüm taleplerinizi, hor gören, aşağılayan, kendi kirliliklerini, size rol model biçen, utanmazlar var, görüyoruz.
“Türkiye’den gitmeyin inadına vatanınızda kalın”
Bir kahve içerken, öğle yemeğinizi, bir cep telefonu alırken, bilgisayarınızı, bir araba alırken, evinizi, ÖTV, KDV adı altında çalanları devletin vergi toplama hakkını, millete hizmet için değil, kırbaç gibi kullanan, bu sömürge zihniyetini, tanıyoruz. Susturamadıkları vicdanları, kıramadıkları direnci, değiştiremedikleri gerçekleri, attığı bir tweetle, vatan haini ilan ettikleri gençlerimizi, zorla, baskıyla, zulümle, yıldıramadıkları milletimizi, yeni korkularla, yeni suçlar icat ederek, susturacaklarını sanıyorlar. Gazeteci kılıklı trollerle, holding görünümlü karteller, çeteler ve mafyalarla, ağlarına düşüremedikleri, bu aziz milleti, bu defa, istibdat yasalarıyla bastıracaklarını sanıyorlar. Emin olun ki; iktidarlarının son günlerindeki bu pejmürdeliklerine de sadece acıyoruz. İşte bu yüzden, sevgili genç kardeşlerim; gördüğümüz, duyduğumuz ve bildiğimiz tüm bu acı gerçekleri, değiştirebilmek adına, sizlerden bir şey istiyorum inadına, Türkiye’den gitmeyin. İnadına, vatanınızda kalın. İnadına, birlikte itiraz edelim. Gelin, birlikte mücadele edelim. ‘Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet, yaşasın millet, yaşasın devlet, yaşasın Cumhuriyet’ diyelim. Bilin ki, benim tek bir dileğim var. Bu memlekete, hizmet etme amacımın, daha da ötesinde, ahirette hesap vermek, verebilmek istiyorum. ‘Son ana kadar, elimden geleni yaptım’ diyebilmek istiyorum. Çünkü biliyorum ki, ancak o zaman şefaat isteyebilirim. Çünkü eminim ki, ancak o zaman, aynı Cumhuriyet neslinin öğretmenleri gibi, varlığımı, bu cennet vatanın varlığına, armağan edebilirim.” (ANKA)